Erkan Zengin: Türkiye‘de Oyuncular Kral Gibi Muamele Görüyor
Eskişehirspor‘da forma giyen Erkan Zengin, Türkiye‘de futbolcuların çok şımartıldığını belirterek, "Burada oyuncular kral gibiler. Türkiye‘de antrenman bitiminde malzemeciler sırtını havluyla kuruluyorlar. Ama Avrupa‘da bütün eşyalarını kendiniz taşımalısınız." dedi.
Eskişehirspor‘da forma giyen Erkan Zengin, Türkiye‘de futbolcuların çok şımartıldığını belirterek, "Burada oyuncular kral gibiler. Türkiye‘de antrenman bitiminde malzemeciler sırtını havluyla kuruluyorlar. Ama Avrupa‘da bütün eşyalarını kendiniz taşımalısınız." dedi.
Erkan Zengin, Futbol Federasyonu tarafından çıkarılan Tam Saha Dergisi‘nin Mayıs sayısına çarpıcı açıklamalarda bulundu.
* Konya doğumlusun ama futbola İsveç‘te başladığını biliyoruz. İstersen ailenin İsveç‘e göç hikâyesinden başlayalım.
Dedem İsveç‘e göç eden ilk Türklerden biri. Babamın askerlik nedeniyle Türkiye‘ye geldiği dönemde Konya‘nın Kulu ilçesinde doğmuşum ama 1 haftalıkken ailemle birlikte İsveç‘e dönmüşüm. Dört kardeşiz. Bir ağabeyim, iki de kız kardeşim var. Bu arada ben de 5 yıllık evliyim.
* Futbola ne zaman başladın?
Futbola başladığımda 8 yaşındaydım. O dönemde bütün arkadaşlarım Stockholm‘de Türklerin yoğun olduğu bir takımda oynuyordu ama babam beni Hammarby‘ye götürdü. Hammarby‘deki tek Türk oyuncu bendim. Benim İsveçlilerle birlikte futbol oynamamın daha doğru olacağını düşünmüş o zamanlar.
* Babanın futbolla bir ilgisi var mıydı?
Babam İsveç‘te Süryanilerin kurduğu Süryanska takımında futbol oynuyordu. Futbolu çok seven birisi ve bugün 49 yaşında olmasına rağmen hâlâ İsveç 5. Ligi‘nde futbol oynamayı sürdürüyor. Oynadığı takımın kaptanlığını yapıyor. Ben de futbolcu olmamı büyük ölçüde babama borçluyum. Açıkçası problemli bir öğrencilik dönemim olmuştu. Derslere girmez, dışarıda futbol oynardım. Okul yönetimi de sık sık babamı çağırırdı. Babam, sınıfta yanıma oturur, dersi dinlememi sağlardı. Düşünebiliyor musunuz, sınıfta, öğretmen, diğer öğrenciler, ben ve babam var. Futbolu o kadar çok seviyordum ki, kendi antrenmanımın ardından babamın oynadığı takımın antrenmanına katılıyor, sonra da onlarla maç yapıyordum. Annemin de desteğini unutamam. Antrenman tesisleri yarım saat mesafedeydi ve her gün babam beni antrenmanlara götürüp getirirdi; annem de sürekli eşofmanlarımı, formalarımı yıkardı.
* Derslerden çok futbolla ilgilendiğini söyledin ama bir yandan da İsveç‘te mecburi eğitimi tamamlaman gerekiyordu değil mi?
Lise 1. sınıfa kadar okula gitmeyi sürdürdüm. 16 yaşına geldiğimde Hammarby‘nin A takımına çıktım ve sonrasında kulüp eğitimimi üstlendi. Antrenman tesislerimize öğretmenler geliyor ve bize ders veriyordu. Lise eğitimimi de o şekilde tamamladım.
* 16 yaşında A takıma çıkman ilginç. O yükselişi nasıl sağladın?
PAF takımla A takım arasında bir rezerv takım vardı ama ben o takımda hiç oynamadan direkt A takıma yükseldim. A takımın teknik direktörü beni çok beğenmişti ve direkt yükselmemi sağladı. O dönemde Türkiye Genç Milli Takımı‘nda da oynuyordum. Selçuk İnan‘lı, Burak Yılmaz‘lı takıma 12 kez çağrılıp 8 maça çıkmıştım. İsveç‘te popüler bir isim olmuştum yani. Uzun toplarla oynayan ve düz oyunculardan oluşan İsveç futbolunda benim farkım top tekniğimin yüksek olması ve çok kolay adam geçmemdi. Bir de dediğim gibi, ben günde üç kez antrenman yaparken, okul hayatına daha fazla önem veren İsveçli oyuncuları otomatik olarak oldukça geride bırakmıştım.
* Futbola başladığın dönemde idollerin var mıydı? O yıllarda Thern, Ingesson, Brolin gibi iyi oyunculara sahipti İsveç Millî Takımı.
Hiç İsveçli bir idolüm olmadı açıkçası. Ben gerçek bir Rivaldo hayranıydım. Onun meşhur bir çalımı vardır. Topa vurur gibi yapar ve çeker. Onun sol ayağıyla yaptığı hareketi ben de sağ ayağımla yapıyorum. İnşallah Türkiye‘de de o hareketin benim adımla anılmasını sağlayacağım.
* Hammarby ile Intertoto Kupası‘nı kazanmıştın. O takımda geçirdiğin yıllar sana neler kattı?
Öncelikle disiplinli olmayı orada öğrendim. Hiç bir zaman antrenman kaçırmamak gibi bir alışkanlık oluştu bende. İsveç‘te buradaki gibi bir kamp düzeni yoktu. Burada 15-16 yaşındaki çocuklar bile kampta yatıp kalkıyor. Orada ise sorumluluğu oyuncuya veriyorlar. A takım oyuncusuyken bile kramponlarınızı kendiniz alırsınız, antrenman malzemenizi size verilen bir çuvala koyar, gidip giyinirsiniz. Antrenmandan sonra malzemelerinizi yine bu çuvala koyar, çamaşırhaneye bırakırsınız. Kramponlarınızı da kendiniz yıkayıp temizlersiniz.
* Türkiye‘de durum nasıl peki?
Burada idman biterken eşofmanı çıkarıp sahaya atıyorsunuz, birileri gelip topluyor. Türkiye‘de futbolcuları çok şımartıyorlar. Burada oyuncular kral gibi. Belediyespor‘daki Holmen ve Gençlerbirliği‘ndeki Harbuzi benim İsveç‘ten arkadaşlarım. İlk geldikleri günlerde onlarla konuşmuştum. Gördüklerine inanamamışlar. Antrenmandan sonra tişörtlerini çıkardıklarında malzemeci koşa koşa gelip sırtlarını havluyla kurulayınca şaşkına dönmüşler. Holmen şimdi de "Böyle bir yer yok, Türkiye tam futbol oynanacak ülke" diyor. Türkiye‘de olmak bütün futbolcular için çok özel bir şey. Burada oyuncu inanılmaz havaya giriyor, futbolculuğun özel bir durum olduğunu hissediyor. İnsanlar sizi yüksekte tutuyor. İsveç‘te, Almanya‘da ya da başka bir Avrupa ülkesinde böyle bir atmosfer bulmanız mümkün değil. Almanya‘da hangi oyuncu olursunuz olur, insanlar sokakta size dönüp bakmaz bile.
* Ancak Türkiye‘deki bu atmosfer oyunculara zarar veriyor sanki. Özellikle genç oyuncuların ayakları yerden erken kesiliyor.
Bu oyuncunun kişiliğiyle ilgili bir şey. Eğer başlangıçta nereden geldiğinizi hiç aklınızdan çıkarmazsanız herhangi bir problem yaşamazsınız. Türkiye‘deki atmosfer buraya gelen çok ünlü yabancı oyuncuların bile hayatları boyunca görmedikleri bir atmosfer. Quaresma, Guti gibi çok kariyerli oyuncular bile Türkiye‘ye geldiklerinde çok farklı duygular hissetmiştir. Çünkü böyle karşılamaları, böyle ilgi yoğunluğunu başka bir yerde görmeleri mümkün değil.
* İsveç‘te Türk oyuncuların takımlarında yükselmesinin önünde herhangi bir engel var mı?
Almanya‘daki Türk oyuncular için böyle şeyler duydum. Ama İsveç‘te en azından benim açımdan böyle bir sorun yoktu. Takımdaki tek Türk bendim ve 16 yaşında A takıma çıktım. Eğer antrenörünüz takıma katkı sağlayacağınızı düşünüyorsa sizin önünüzü açar. Benim en büyük şansım sadece İsveçlilerin yer aldığı bir takımda oynamamdı. Bu konuda da babama bir kez daha teşekkür ediyorum. Çünkü Türklerin ağırlıkta olduğu takımlardaki arkadaşlarım benim sahip olduğum disipline hiç bir zaman yaklaşamadı. Antrenmanlara bazen gider, bazen gitmezlerdi. Zaman zaman arkadaşlarımın bir kısmını kendi takımımın antrenmanlarına götürdüm, çok yetenekli olmalarına rağmen antrenörümüzün gösterdiği hareketleri yapamadılar. Yetenekliydiler ama o hareketleri yapmaları için çok tekrar etmiş olmaları ve disiplin içinde çalışmaları gerekiyordu. O çalışmayı ve disiplin altına girmeyi kabul etmedikleri için üst düzeyde futbolcu olamayınca, "Bu İsveçliler bizi sevmiyor" demeye başladılar. Ama işin böyle olmadığının örneği benim. Eğer iyiyseniz, disiplinli ve çalışkansanız önünüzde bir engel bulunmuyor.
* Türkiye‘deki kariyerin büyük bir takımda başladı. Beşiktaş‘a transferin nasıl gerçekleşti? Seni keşfeden ve transferini isteyen kimdi?
20 yaşına geldiğimde Türkiye‘de bazı takımların beni istediğini gazetelerde okuyordum. Babam da Türkiye‘ye gitmemi istiyordu. Gelen teklifler Anadolu takımlarındandı ancak ben Hammarby‘de çok rahat olduğum için bu tekliflere sıcak bakmıyordum. Takımın yıldızıydım, ekonomik olarak durumum iyiydi ve sevdiğim, büyük bir kentte yaşıyordum. Bu arada Belçika‘dan Standart Liege‘den bir teklif aldım. Ertesi gün sözleşme imzalamak üzere anlaştık. O gece yarısına doğru bir telefon geldi. Karşımdaki kişi Mustafa Denizli olduğunu ve beni Beşiktaş‘ta görmek istediğini söylüyordu. Ama inanmadım. Sıkı bir Beşiktaş taraftarıydım, odam tamamen siyah-beyazdı ve "Koskoca Mustafa Hoca beni niye arasın?" diye düşündüm. Bu arada Türkçem de o dönemde çok bozuktu. Mustafa Hocaya "sen" diye hitap ederek, arada "abi" diyerek bir diyalog geçti o arayışında. Aslında daha önce Genç Millî Takımlara geldiğim için "hocam" demem gerektiğini biliyordum ama dediğim gibi bir yandan da karşımdakinin Mustafa Denizli olduğuna inanmıyordum. Konuşma devam ettikçe karşımdakinin Mustafa Hoca olduğuna inandım ve "Tamam abi" dedim. Türkiye‘ye geldikten sonra bu "abi" konusu 1.5 yıl boyunca konuşuldu.
* Burada da Mustafa Hocaya abi demeyi sürdürdün mü?
Mustafa Hoca, Tayfur Hocayı uyarmış, "Bu çocuğa neyin ne olduğunu öğretin" demiş. O da beni Ekrem Dağ, Uğur İnceman ve Serdar Özkan‘a emanet edip, "Erkan‘a nasıl davranacağı konusunda bilgi verin" uyarısını yapmış. Tesislere ilk gittiğim gün Beşiktaş‘a transfer olduğuma hâlâ inanmıyordum. Tesislerin camından "Acaba hangi futbolcular gelecek" diye bakıyordum. Önce Delgado geldi. Altında Lamborghini marka bir araba vardı. Benim kalbim küt küt atıyordu o sırada. Sonra tüm oyuncular yemek salonunda toplandık. Mustafa Hoca beni ortaya aldı ve kolumdan tutup, "Kendini biraz anlat oğlum" dedi. Benim Türkçem iyi değil, heyecandan titriyorum, eşofmanımın altından terler akıyor. Herkes benim hocaya abi deyip, senli-benli konuştuğumu öğrenmiş. Bütün oyuncular da bana bakıp gülüyor. Hayatımda hiç bu kadar utandığımı hatırlamıyorum (gülüyor). Sonra sözünü ettiğim arkadaşlarım odama geldi ve bana nasıl konuşmam, nasıl davranmam gerektiği konusunda bilgi verdi. Alışma sürecim böylece kolaylaştı.
* Bugün geriye dönüp baktığında Beşiktaş‘ın doğru tercih olduğunu düşünüyor musun?
Bence doğrusu buydu. Dediğim gibi İsveç‘te çok rahat bir ortamdaydım. Eğer direkt bir Anadolu takımına gelseydim yapamazdım. Beşiktaş‘ta bile oynamadığım dönemlerde içimde pişmanlık duyguları beliriyordu. Çünkü Hammarby‘de sürekli oynayan ve takımın yıldızı olan bir oyuncuydum. Beşiktaş‘ta antrenmanlardaki performansıma baktığımda da "Ben bu takımda kesinlikle oynarım" diyordum, yeteneklerime çok güveniyordum. Ama kendi açımdan kötü bir zamanda gelmiştim Beşiktaş‘a. Takımın çifte şampiyonluk yaşadığı sezondu. Sürekli kazanan, dolayısıyla da kolay kolay değişmeyen bir kadro vardı. O takımın içine girmek çok zordu.
* Beşiktaş‘taki ilk sezonunda hem lig hem de kupa şampiyonlukları gördün. O dönemde yaşadığın duygulardan söz eder misin? Hammarby‘de yaşadığın başarılara benziyor muydu?
Yok, yok, buradaki çok farklıydı. Orada her şey yarım saat içinde biter. Beşiktaş‘ta ise günlerce devam etti o coşku. Denizlispor maçından sonra uçakta bütün kameralar açıktı. Havaalanında müthiş bir karşılama olacağını daha o anda anlamıştık ve tam da tahmin ettiğimiz gibi oldu. İnanılmaz bir mutluluktu.
* Beşiktaş‘tan ayrılma kararını nasıl verdin?
Futbolcu için en zor şey oynanamamak ve oyuna sonradan girmektir. Bu konuda Mustafa Hocama da hiçbir kırgınlığım yok, çünkü beni buraya getiren oydu. Zaman zaman yanına gidip neden oynatılmadığımı da sorardım. Bu da doğal bir şey aslında. Çünkü problem çıkarmıyorum, sadece nerede eksiğim var, bunu öğrenmek istiyorum. Beşiktaş‘tan ayrılmamın nedeni futbol oynama isteğimdi. O dönemde Antalya kampında Vitesse ile bir hazırlık maçı yapmıştık. İlk yarıda oynadım ve iyi performans da gösterdim. Standart Liege de beni yeniden istiyordu. Babamı arayıp, "Ne yapayım?" diye sordum. Türkiye‘de kalmamı isteyince ben de Rıza Hocadan gelen teklifi kabul edip Eskişehirspor‘a gittim.
* Beşiktaş‘tan ayrılıp bir Anadolu takımına gitmek senin için hayal kırıklığına yol açtı mı? Neler hissettin o dönemde?
Eskişehir‘e gece yarısı gelmiştim ve ertesi gün Fenerbahçe ile kupa maçı vardı. Rıza Hoca bu maçta oynayacağımı söylemişti. Ben de Fenerbahçe‘ye karşı oynama heyecanıyla mutluluk duyarak gelmiştim. Ama sonra bir dönem oldukça zor geçti. Stockholm ve İstanbul‘dan sonra Eskişehir‘e alışmak o kadar da kolay olmadı. Ama şunu da anlatmalıyım. Eskişehir‘i daha önce sadece bir kere maç için geldiğimizde görmüştüm. O gün yedek kulübesinde otururken tribünlere bakıp Hakan Arıkan ve Serdar‘la aramızda, "Gidersek Eskişehirspor‘a gitmeliyiz" diye konuşmuştuk. Atmosfer çok etkileyiciydi gerçekten de. Ama dediğim gibi, ilk bir kaç ay gerçekten de çok zorluk çektim. Çünkü o ilk Fenerbahçe maçında seyirci üzerinde olumlu bir izlenim bırakamamıştım.
* Kötü mü oynamıştın o gün?
Son 20 dakikada girmiş ve kötü oynamıştım. Çünkü neredeyse 1 yıldır düzenli olarak futbol oynamıyordum. Rıza Hocam bana o gün, "İlk on birde mi oynamak istersin, son 20 dakikada mı?" diye sormuş, ben de "Sonradan girmek isterim" cevabını vermiştim. Henüz oyuncuların isimlerini bile bilmiyordum. İnternete girip oyuncuların fotoğraflarına bakarak isimlerini ve mevkilerini öğrenmeye çalışmıştım. Son 20 dakikada oyuna girdim ve gerçekten de kötü oynadım. Seyirciler de "Bunu niye aldılar, bu nasıl bir oyuncu" demeye başladılar.
* Bugün ne diyorlar peki?
"Aman Erkan‘ı satmayın" diyorlar. Bugün artık el üstünde tutuluyorum. Ama ilk birkaç ay gerçekten de kâbus gibiydi. Fakat kendime güveniyor ve burada oynayacağımı biliyordum. Biraz zamana ihtiyacım vardı ve 7 maçtan sonra toparlandım.
* Türkiye‘de büyük takımda oynamanın zorlukları var mı sence? Taraftar baskısı gibi mesela...
Yurtdışından gelen Türk oyuncu bu baskıyı yaşar ama yabancı oyuncu yaşamaz. Onlar tam tersine buraya geldiklerinde rahatlıyor. Çünkü onlar buradaki insanların ne dediğini anlamıyor. Biz ise her söyleneni duyuyoruz. Beşiktaş‘a ilk geldiğimde takımda bir teknik adam değişikliği olmuştu, takım 6. sıradaydı. Antalyaspor‘la bir kupa maçı oynadık. O dönemde Beşiktaşlı oyuncular büyük bir stres altındaydı ve ben de yeni gelmeme rağmen o stresi fazlasıyla hissettim.
* Eskişehirspor‘da daha rahat bir atmosferde oynamak senin de performansını artırmış görünüyor.
Aslında ben hep böyle oynuyordum ve asıl söylemek istediğim de bu. Beşiktaş‘ta da aynı Erkan‘dım ama orada maç oynamıyordum. Burada ise Bülent Hoca beni sürekli ilk on birde oynatıyor ve ben de o rahatlıkla oynuyorum. Bülent Hoca bana güveniyor. O güveni hissettiğinizde siz de performansınızı daha iyi yansıtıyorsunuz sahaya.
* Formasını kaybetme korkusuyla oynamamak önemli değil mi bir oyuncu için?
Bakın size Beşiktaş‘taki bir hatıramı anlatayım. Kocaelispor‘la oynadığımız kupa maçına ilk on birde başlamıştım. O ana kadar 8 maçta 90 dakika ısınmıştım. Kocaelispor maçında oynamayı da beklemiyordum ama hocamız gece 12‘de odama gelip, "Yarın oynayacaksın" dedi. 8 maçta 90 dakika ısınmış bir oyuncu olarak açıkçası hazır değildim. Kocaelispor maçının ilk yarısını 1-0 geride kapattık. Hoca beni ve Cisse‘yi çıkardı, Yusuf ağabeyle Holosko‘yu oyuna aldı, takım maçı çevirdi. Ben orada bittim zaten. İşin bir başka kötü yanı da şu; o güne kadar müthiş oynayan takım arkadaşlarım o gün çok kötü günlerindeydi. O güne kadar uçan Ekrem abi, o maçta yürüyemiyordu... Ben de onun önünde oynuyorum. Hatta maç içinde, "Ekrem abi, ben gelince mi böyle oldun?" diye sordum (gülüyor). Eskişehirspor‘da ise Bülent Hoca bana, "Topu al git, istediğini yap, serbestsin" diyor. Ben de bu güvenle oynuyorum. 10 pozisyonun ikisinde topu kaybetsem de sekizinde rakibimi geçeceğimi biliyorum. Bu nedenle iki hata yaptığımda bozulmuyorum.
* Bülent Hoca senin hangi özelliklerini beğeniyor?
Bir kere bire birde karşımdaki adam kim olursa olsun geçiyorum. Bir kanat oyuncusu olarak arkamda oynayan arkadaşıma destek veriyorum. Bu sorumluluğu sürekli hissediyorum. Rakip bekin çıkmasını önlemeye çalışıyorum. Tabii bu da beni gol bölgesinden biraz uzak tutuyor. Günümüzde bazı kanat oyuncuları geriye çok fazla gelmeden, sadece öne doğru oynuyor ve bu nedenle daha fazla gol atıyor. Ama ben o şekilde oynayamam, çünkü kendimi iyi hissetmem. Belki daha fazla gol atıp daha fazla asist yapabilirim ama o zaman benim bölgemden çok gol yeriz.
* Bu sezon ilk on birin değişmezi oldun. Beşiktaş‘ta Tello oynuyordu, Eskişehirspor‘da ise o yedekte, sen on birdesin.
Aslında Beşiktaş‘ta da ben oynayacaktım ama olmadı işte (gülüyor).
* Beşiktaş‘ta seni hep sağ kanatta izledik, Eskişehirspor‘da ise sol kanatta görev yapıyorsun ve çok daha verimlisin.
Geçmişte hiç sol kanatta oynamamıştım. Maç içinde zaman zaman sol kanada gittiğim oluyordu ama asıl yerim sağ kanattı. Eskişehirspor‘da sol kanatta çok daha verimli olduğum ortaya çıktı. Sağ ayaklıyım ama sol kanatta topla çok daha rahat hareket ediyorum, daha iyi adam geçiyorum ve içeriye daha başarılı girişler yapabiliyorum. Açıkçası Bülent Hocanın bunu görmesi, futbol hayatımdaki bir dönüm noktasıdır. Daha önce ben sağda onuyordum, Sezer solda... Bülent Hoca, göreve geldiği ilk maç olan Belediyespor karşılaşması öncesinde bana, "Sol kanatta başla, 20 dakika orada oyna, karşındaki Marcin Kus‘u geçersin" dedi. O maçta gerçekten de iyi oynadım ve 90 dakika sol çizgide kaldım. Maçı da kazandık ve ben o günden sonra sol çizgide oynamayı sürdürdüm.
* Yurtdışından gelen oyuncular, Türkiye‘de futbolun sert oynandığından şikayet ediyor. Sen de olduğu yerde çalım atan bir oyuncu olarak tekme yemeye müsaitsin. Ligimizin sertlik dozajı hakkında neler söylersin?
Hammarby‘de oynadığım dönemde Avrupa‘nın farklı liglerinden takımlarına karşı maçlara çıktım ama Süper Lig gibisini görmedim. Burada çok agresif bir futbol oynanıyor. Bazen de çok dengesiz girişler oluyor. Hele bir de tekmeyi rakibinin ağzına sokup, elleriyle "Topa girdim" işareti yapmıyorlar mı, o beni öldürüyor işte (gülüyor). Türkiye‘de futbol inanılmaz sert. Türk milleti zaten yeterince hırslı, yabancıların büyük bölümü de onlara ayak uyduruyor. Bence Türkiye Ligi‘nde oynamak diğer liglerde oynamaktan çok daha zor. Burada oynayan her oyuncu gittiği her ligde oynar diye düşünüyorum. Mesela Mehmet Topal, Galatasaray‘da her maçta oynayan bir oyuncu değildi ama bugün İspanya‘nın üç büyük takımından birinde futbol oynuyor.
* Gurbetçi oyuncuların Türkiye’ye alışmakta bazı zorluklar çektiğini biliyoruz. Sen de bu tip zorluklar yaşadın mı?
Başta söylediğim dil konusundaki sıkıntı dışında hiç bir zorluk çekmedim. Çünkü Türkiye‘deki yaşantı, benim İsveç‘te ailemden gördüğüm yaşantının aynısıydı. İsveç‘te Türklerin bulunduğu bir ortamda, Türk kültürüyle büyüdüm. "Almancı" diye bir tabir vardır, mesela Mesut Özil gibi... Ama ben öyle yetişmedim. Dolayısıyla buraya geldiğimde hiçbir kültür çatışması yaşamadım. Bir de ben bu topraklarda doğdum.
* Bugüne kadar çalıştığın teknik adamlar arasında sana en fazla katkı yapanı hangisiydi?
Beni U15 Millî Takımı için ilk bulan Erdal Keser‘di. Sonrasında beni Mustafa Denizli keşfetti, Rıza Hoca ikinci bir fırsat verdi, Bülent Hoca ise beni Erkan Zengin yaptı.
* Türkiye‘de unutamadığın bir maçın var mı?
Beşiktaş‘ı 2-0 yendiğimiz maç unutulmaz. Bir kere sahada çok rahattım. Toraman‘ı, Fabian‘ı her pozisyonda geçiyordum. Toraman ağabey bana öfkeleniyor, ben de onu kızdırıyordum. Maç içinde konuşuyoruz tabii ki. Yine onları çalımlarla geçtiğim bir pozisyondan sonra Holosko yanıma geldi, çat-pat Türkçesiyle, "Sen nasıl gitti burdan?" dedi. O sözden sonra ben iyice havaya girdim ve daha da iyi oynamaya yöneldim.
* Aslında eski takımına karşı oynarken daha stresli olmaz mı insan?
Bende tam tersi bir duygu hâkimdi, çünkü hep, "Ben nasıl olur da Beşiktaş‘ta oynayamam" diyordum. Yeteneklerime güveniyor ve o takımda oynayabileceğimi biliyordum. Bu nedenle o maçta çok rahat oynadım. Tabii bir de eski arkadaşlarımın zaaflarını bilmek gibi bir avantajım vardı. Mesela Ekrem abiyle 100 pozisyonda karşı karşıya gelelim, hepsinde geçerim. İnanmazsanız telefon açıp kendisine de sorabiliriz (gülüyor).
* Peki, hayatının unutamadığın olayı hangisi?
Oynamadan iki kupa kaldırmak (gülüyor). Evimde iki madalyam var. Birisi kupa, diğeri lig için. Kupanın madalyasını odama koydum, çünkü o maçlarda oynamış ve katkı yapmıştım. Ligin madalyasını ise misafir odasına kaldırdım.
* Önce Türkiye Genç Millî Takımlarında oynarken sonrasında İsveç U21‘in formasını giydin. Bu değişikliğin sebebi neydi?
Buraya geldiğimde 15 yaşındaydım. Türkiye‘ye uçakla ve yalnız başıma geliyordum. Bir de uçak korkum vardı. O yaşlarda ailemden uzakta 2 hafta kamp yapmak da beni zorluyordu. Sonra uzun süre Türkiye‘ye gelmedim. İsveç U21 Takımından teklif alınca da kabul ettim. İsveç‘te A Millî Takım‘a da çağırıldım. Hatta, "Gelmek istemiyor" diye bir de olay yaşandı. Takım o dönemde ABD‘de kamp yapacaktı. Ama ben o kadar mesafeyi uçmayı göze alamadım. Bir de sakatlığım vardı ve bu nedenle gitmedim. İkinci davette ise hafta sonundaki maçta sakatlandığım için kadroya katılamadım. İsveçlilerin beni hâlâ takip ettiğini biliyorum.
* Peki, hem Türkiye‘den hem de İsveç‘ten aynı anda teklif alırsan hangi takımı tercih edersin?
Elbette Türkiye‘yi seçerim, zaten bunu daha önce söyledim. Ama Türk Millî Takımı‘nda oynayabilmem için biraz daha ekstra işler yapmam, goller atmam, Cenk gibi patlamam lâzım.
* Bundan sonrası için hedeflerin neler?
İlk hedefim Millî Takım‘da oynamak. Yaşım artık 25 oldu ve ilk hedefim bu. Bir de Eskişehirspor‘la Avrupa kupalarına katılmak istiyorum. Çünkü Eskişehirspor 1970‘lerden beri Avrupa‘ya hasret kalan bir takım ve sahip olduğu potansiyelle bunu hak ediyor.
Erkan Zengin, Futbol Federasyonu tarafından çıkarılan Tam Saha Dergisi‘nin Mayıs sayısına çarpıcı açıklamalarda bulundu.
* Konya doğumlusun ama futbola İsveç‘te başladığını biliyoruz. İstersen ailenin İsveç‘e göç hikâyesinden başlayalım.
Dedem İsveç‘e göç eden ilk Türklerden biri. Babamın askerlik nedeniyle Türkiye‘ye geldiği dönemde Konya‘nın Kulu ilçesinde doğmuşum ama 1 haftalıkken ailemle birlikte İsveç‘e dönmüşüm. Dört kardeşiz. Bir ağabeyim, iki de kız kardeşim var. Bu arada ben de 5 yıllık evliyim.
* Futbola ne zaman başladın?
Futbola başladığımda 8 yaşındaydım. O dönemde bütün arkadaşlarım Stockholm‘de Türklerin yoğun olduğu bir takımda oynuyordu ama babam beni Hammarby‘ye götürdü. Hammarby‘deki tek Türk oyuncu bendim. Benim İsveçlilerle birlikte futbol oynamamın daha doğru olacağını düşünmüş o zamanlar.
* Babanın futbolla bir ilgisi var mıydı?
Babam İsveç‘te Süryanilerin kurduğu Süryanska takımında futbol oynuyordu. Futbolu çok seven birisi ve bugün 49 yaşında olmasına rağmen hâlâ İsveç 5. Ligi‘nde futbol oynamayı sürdürüyor. Oynadığı takımın kaptanlığını yapıyor. Ben de futbolcu olmamı büyük ölçüde babama borçluyum. Açıkçası problemli bir öğrencilik dönemim olmuştu. Derslere girmez, dışarıda futbol oynardım. Okul yönetimi de sık sık babamı çağırırdı. Babam, sınıfta yanıma oturur, dersi dinlememi sağlardı. Düşünebiliyor musunuz, sınıfta, öğretmen, diğer öğrenciler, ben ve babam var. Futbolu o kadar çok seviyordum ki, kendi antrenmanımın ardından babamın oynadığı takımın antrenmanına katılıyor, sonra da onlarla maç yapıyordum. Annemin de desteğini unutamam. Antrenman tesisleri yarım saat mesafedeydi ve her gün babam beni antrenmanlara götürüp getirirdi; annem de sürekli eşofmanlarımı, formalarımı yıkardı.
* Derslerden çok futbolla ilgilendiğini söyledin ama bir yandan da İsveç‘te mecburi eğitimi tamamlaman gerekiyordu değil mi?
Lise 1. sınıfa kadar okula gitmeyi sürdürdüm. 16 yaşına geldiğimde Hammarby‘nin A takımına çıktım ve sonrasında kulüp eğitimimi üstlendi. Antrenman tesislerimize öğretmenler geliyor ve bize ders veriyordu. Lise eğitimimi de o şekilde tamamladım.
* 16 yaşında A takıma çıkman ilginç. O yükselişi nasıl sağladın?
PAF takımla A takım arasında bir rezerv takım vardı ama ben o takımda hiç oynamadan direkt A takıma yükseldim. A takımın teknik direktörü beni çok beğenmişti ve direkt yükselmemi sağladı. O dönemde Türkiye Genç Milli Takımı‘nda da oynuyordum. Selçuk İnan‘lı, Burak Yılmaz‘lı takıma 12 kez çağrılıp 8 maça çıkmıştım. İsveç‘te popüler bir isim olmuştum yani. Uzun toplarla oynayan ve düz oyunculardan oluşan İsveç futbolunda benim farkım top tekniğimin yüksek olması ve çok kolay adam geçmemdi. Bir de dediğim gibi, ben günde üç kez antrenman yaparken, okul hayatına daha fazla önem veren İsveçli oyuncuları otomatik olarak oldukça geride bırakmıştım.
* Futbola başladığın dönemde idollerin var mıydı? O yıllarda Thern, Ingesson, Brolin gibi iyi oyunculara sahipti İsveç Millî Takımı.
Hiç İsveçli bir idolüm olmadı açıkçası. Ben gerçek bir Rivaldo hayranıydım. Onun meşhur bir çalımı vardır. Topa vurur gibi yapar ve çeker. Onun sol ayağıyla yaptığı hareketi ben de sağ ayağımla yapıyorum. İnşallah Türkiye‘de de o hareketin benim adımla anılmasını sağlayacağım.
* Hammarby ile Intertoto Kupası‘nı kazanmıştın. O takımda geçirdiğin yıllar sana neler kattı?
Öncelikle disiplinli olmayı orada öğrendim. Hiç bir zaman antrenman kaçırmamak gibi bir alışkanlık oluştu bende. İsveç‘te buradaki gibi bir kamp düzeni yoktu. Burada 15-16 yaşındaki çocuklar bile kampta yatıp kalkıyor. Orada ise sorumluluğu oyuncuya veriyorlar. A takım oyuncusuyken bile kramponlarınızı kendiniz alırsınız, antrenman malzemenizi size verilen bir çuvala koyar, gidip giyinirsiniz. Antrenmandan sonra malzemelerinizi yine bu çuvala koyar, çamaşırhaneye bırakırsınız. Kramponlarınızı da kendiniz yıkayıp temizlersiniz.
* Türkiye‘de durum nasıl peki?
Burada idman biterken eşofmanı çıkarıp sahaya atıyorsunuz, birileri gelip topluyor. Türkiye‘de futbolcuları çok şımartıyorlar. Burada oyuncular kral gibi. Belediyespor‘daki Holmen ve Gençlerbirliği‘ndeki Harbuzi benim İsveç‘ten arkadaşlarım. İlk geldikleri günlerde onlarla konuşmuştum. Gördüklerine inanamamışlar. Antrenmandan sonra tişörtlerini çıkardıklarında malzemeci koşa koşa gelip sırtlarını havluyla kurulayınca şaşkına dönmüşler. Holmen şimdi de "Böyle bir yer yok, Türkiye tam futbol oynanacak ülke" diyor. Türkiye‘de olmak bütün futbolcular için çok özel bir şey. Burada oyuncu inanılmaz havaya giriyor, futbolculuğun özel bir durum olduğunu hissediyor. İnsanlar sizi yüksekte tutuyor. İsveç‘te, Almanya‘da ya da başka bir Avrupa ülkesinde böyle bir atmosfer bulmanız mümkün değil. Almanya‘da hangi oyuncu olursunuz olur, insanlar sokakta size dönüp bakmaz bile.
* Ancak Türkiye‘deki bu atmosfer oyunculara zarar veriyor sanki. Özellikle genç oyuncuların ayakları yerden erken kesiliyor.
Bu oyuncunun kişiliğiyle ilgili bir şey. Eğer başlangıçta nereden geldiğinizi hiç aklınızdan çıkarmazsanız herhangi bir problem yaşamazsınız. Türkiye‘deki atmosfer buraya gelen çok ünlü yabancı oyuncuların bile hayatları boyunca görmedikleri bir atmosfer. Quaresma, Guti gibi çok kariyerli oyuncular bile Türkiye‘ye geldiklerinde çok farklı duygular hissetmiştir. Çünkü böyle karşılamaları, böyle ilgi yoğunluğunu başka bir yerde görmeleri mümkün değil.
* İsveç‘te Türk oyuncuların takımlarında yükselmesinin önünde herhangi bir engel var mı?
Almanya‘daki Türk oyuncular için böyle şeyler duydum. Ama İsveç‘te en azından benim açımdan böyle bir sorun yoktu. Takımdaki tek Türk bendim ve 16 yaşında A takıma çıktım. Eğer antrenörünüz takıma katkı sağlayacağınızı düşünüyorsa sizin önünüzü açar. Benim en büyük şansım sadece İsveçlilerin yer aldığı bir takımda oynamamdı. Bu konuda da babama bir kez daha teşekkür ediyorum. Çünkü Türklerin ağırlıkta olduğu takımlardaki arkadaşlarım benim sahip olduğum disipline hiç bir zaman yaklaşamadı. Antrenmanlara bazen gider, bazen gitmezlerdi. Zaman zaman arkadaşlarımın bir kısmını kendi takımımın antrenmanlarına götürdüm, çok yetenekli olmalarına rağmen antrenörümüzün gösterdiği hareketleri yapamadılar. Yetenekliydiler ama o hareketleri yapmaları için çok tekrar etmiş olmaları ve disiplin içinde çalışmaları gerekiyordu. O çalışmayı ve disiplin altına girmeyi kabul etmedikleri için üst düzeyde futbolcu olamayınca, "Bu İsveçliler bizi sevmiyor" demeye başladılar. Ama işin böyle olmadığının örneği benim. Eğer iyiyseniz, disiplinli ve çalışkansanız önünüzde bir engel bulunmuyor.
* Türkiye‘deki kariyerin büyük bir takımda başladı. Beşiktaş‘a transferin nasıl gerçekleşti? Seni keşfeden ve transferini isteyen kimdi?
20 yaşına geldiğimde Türkiye‘de bazı takımların beni istediğini gazetelerde okuyordum. Babam da Türkiye‘ye gitmemi istiyordu. Gelen teklifler Anadolu takımlarındandı ancak ben Hammarby‘de çok rahat olduğum için bu tekliflere sıcak bakmıyordum. Takımın yıldızıydım, ekonomik olarak durumum iyiydi ve sevdiğim, büyük bir kentte yaşıyordum. Bu arada Belçika‘dan Standart Liege‘den bir teklif aldım. Ertesi gün sözleşme imzalamak üzere anlaştık. O gece yarısına doğru bir telefon geldi. Karşımdaki kişi Mustafa Denizli olduğunu ve beni Beşiktaş‘ta görmek istediğini söylüyordu. Ama inanmadım. Sıkı bir Beşiktaş taraftarıydım, odam tamamen siyah-beyazdı ve "Koskoca Mustafa Hoca beni niye arasın?" diye düşündüm. Bu arada Türkçem de o dönemde çok bozuktu. Mustafa Hocaya "sen" diye hitap ederek, arada "abi" diyerek bir diyalog geçti o arayışında. Aslında daha önce Genç Millî Takımlara geldiğim için "hocam" demem gerektiğini biliyordum ama dediğim gibi bir yandan da karşımdakinin Mustafa Denizli olduğuna inanmıyordum. Konuşma devam ettikçe karşımdakinin Mustafa Hoca olduğuna inandım ve "Tamam abi" dedim. Türkiye‘ye geldikten sonra bu "abi" konusu 1.5 yıl boyunca konuşuldu.
* Burada da Mustafa Hocaya abi demeyi sürdürdün mü?
Mustafa Hoca, Tayfur Hocayı uyarmış, "Bu çocuğa neyin ne olduğunu öğretin" demiş. O da beni Ekrem Dağ, Uğur İnceman ve Serdar Özkan‘a emanet edip, "Erkan‘a nasıl davranacağı konusunda bilgi verin" uyarısını yapmış. Tesislere ilk gittiğim gün Beşiktaş‘a transfer olduğuma hâlâ inanmıyordum. Tesislerin camından "Acaba hangi futbolcular gelecek" diye bakıyordum. Önce Delgado geldi. Altında Lamborghini marka bir araba vardı. Benim kalbim küt küt atıyordu o sırada. Sonra tüm oyuncular yemek salonunda toplandık. Mustafa Hoca beni ortaya aldı ve kolumdan tutup, "Kendini biraz anlat oğlum" dedi. Benim Türkçem iyi değil, heyecandan titriyorum, eşofmanımın altından terler akıyor. Herkes benim hocaya abi deyip, senli-benli konuştuğumu öğrenmiş. Bütün oyuncular da bana bakıp gülüyor. Hayatımda hiç bu kadar utandığımı hatırlamıyorum (gülüyor). Sonra sözünü ettiğim arkadaşlarım odama geldi ve bana nasıl konuşmam, nasıl davranmam gerektiği konusunda bilgi verdi. Alışma sürecim böylece kolaylaştı.
* Bugün geriye dönüp baktığında Beşiktaş‘ın doğru tercih olduğunu düşünüyor musun?
Bence doğrusu buydu. Dediğim gibi İsveç‘te çok rahat bir ortamdaydım. Eğer direkt bir Anadolu takımına gelseydim yapamazdım. Beşiktaş‘ta bile oynamadığım dönemlerde içimde pişmanlık duyguları beliriyordu. Çünkü Hammarby‘de sürekli oynayan ve takımın yıldızı olan bir oyuncuydum. Beşiktaş‘ta antrenmanlardaki performansıma baktığımda da "Ben bu takımda kesinlikle oynarım" diyordum, yeteneklerime çok güveniyordum. Ama kendi açımdan kötü bir zamanda gelmiştim Beşiktaş‘a. Takımın çifte şampiyonluk yaşadığı sezondu. Sürekli kazanan, dolayısıyla da kolay kolay değişmeyen bir kadro vardı. O takımın içine girmek çok zordu.
* Beşiktaş‘taki ilk sezonunda hem lig hem de kupa şampiyonlukları gördün. O dönemde yaşadığın duygulardan söz eder misin? Hammarby‘de yaşadığın başarılara benziyor muydu?
Yok, yok, buradaki çok farklıydı. Orada her şey yarım saat içinde biter. Beşiktaş‘ta ise günlerce devam etti o coşku. Denizlispor maçından sonra uçakta bütün kameralar açıktı. Havaalanında müthiş bir karşılama olacağını daha o anda anlamıştık ve tam da tahmin ettiğimiz gibi oldu. İnanılmaz bir mutluluktu.
* Beşiktaş‘tan ayrılma kararını nasıl verdin?
Futbolcu için en zor şey oynanamamak ve oyuna sonradan girmektir. Bu konuda Mustafa Hocama da hiçbir kırgınlığım yok, çünkü beni buraya getiren oydu. Zaman zaman yanına gidip neden oynatılmadığımı da sorardım. Bu da doğal bir şey aslında. Çünkü problem çıkarmıyorum, sadece nerede eksiğim var, bunu öğrenmek istiyorum. Beşiktaş‘tan ayrılmamın nedeni futbol oynama isteğimdi. O dönemde Antalya kampında Vitesse ile bir hazırlık maçı yapmıştık. İlk yarıda oynadım ve iyi performans da gösterdim. Standart Liege de beni yeniden istiyordu. Babamı arayıp, "Ne yapayım?" diye sordum. Türkiye‘de kalmamı isteyince ben de Rıza Hocadan gelen teklifi kabul edip Eskişehirspor‘a gittim.
* Beşiktaş‘tan ayrılıp bir Anadolu takımına gitmek senin için hayal kırıklığına yol açtı mı? Neler hissettin o dönemde?
Eskişehir‘e gece yarısı gelmiştim ve ertesi gün Fenerbahçe ile kupa maçı vardı. Rıza Hoca bu maçta oynayacağımı söylemişti. Ben de Fenerbahçe‘ye karşı oynama heyecanıyla mutluluk duyarak gelmiştim. Ama sonra bir dönem oldukça zor geçti. Stockholm ve İstanbul‘dan sonra Eskişehir‘e alışmak o kadar da kolay olmadı. Ama şunu da anlatmalıyım. Eskişehir‘i daha önce sadece bir kere maç için geldiğimizde görmüştüm. O gün yedek kulübesinde otururken tribünlere bakıp Hakan Arıkan ve Serdar‘la aramızda, "Gidersek Eskişehirspor‘a gitmeliyiz" diye konuşmuştuk. Atmosfer çok etkileyiciydi gerçekten de. Ama dediğim gibi, ilk bir kaç ay gerçekten de çok zorluk çektim. Çünkü o ilk Fenerbahçe maçında seyirci üzerinde olumlu bir izlenim bırakamamıştım.
* Kötü mü oynamıştın o gün?
Son 20 dakikada girmiş ve kötü oynamıştım. Çünkü neredeyse 1 yıldır düzenli olarak futbol oynamıyordum. Rıza Hocam bana o gün, "İlk on birde mi oynamak istersin, son 20 dakikada mı?" diye sormuş, ben de "Sonradan girmek isterim" cevabını vermiştim. Henüz oyuncuların isimlerini bile bilmiyordum. İnternete girip oyuncuların fotoğraflarına bakarak isimlerini ve mevkilerini öğrenmeye çalışmıştım. Son 20 dakikada oyuna girdim ve gerçekten de kötü oynadım. Seyirciler de "Bunu niye aldılar, bu nasıl bir oyuncu" demeye başladılar.
* Bugün ne diyorlar peki?
"Aman Erkan‘ı satmayın" diyorlar. Bugün artık el üstünde tutuluyorum. Ama ilk birkaç ay gerçekten de kâbus gibiydi. Fakat kendime güveniyor ve burada oynayacağımı biliyordum. Biraz zamana ihtiyacım vardı ve 7 maçtan sonra toparlandım.
* Türkiye‘de büyük takımda oynamanın zorlukları var mı sence? Taraftar baskısı gibi mesela...
Yurtdışından gelen Türk oyuncu bu baskıyı yaşar ama yabancı oyuncu yaşamaz. Onlar tam tersine buraya geldiklerinde rahatlıyor. Çünkü onlar buradaki insanların ne dediğini anlamıyor. Biz ise her söyleneni duyuyoruz. Beşiktaş‘a ilk geldiğimde takımda bir teknik adam değişikliği olmuştu, takım 6. sıradaydı. Antalyaspor‘la bir kupa maçı oynadık. O dönemde Beşiktaşlı oyuncular büyük bir stres altındaydı ve ben de yeni gelmeme rağmen o stresi fazlasıyla hissettim.
* Eskişehirspor‘da daha rahat bir atmosferde oynamak senin de performansını artırmış görünüyor.
Aslında ben hep böyle oynuyordum ve asıl söylemek istediğim de bu. Beşiktaş‘ta da aynı Erkan‘dım ama orada maç oynamıyordum. Burada ise Bülent Hoca beni sürekli ilk on birde oynatıyor ve ben de o rahatlıkla oynuyorum. Bülent Hoca bana güveniyor. O güveni hissettiğinizde siz de performansınızı daha iyi yansıtıyorsunuz sahaya.
* Formasını kaybetme korkusuyla oynamamak önemli değil mi bir oyuncu için?
Bakın size Beşiktaş‘taki bir hatıramı anlatayım. Kocaelispor‘la oynadığımız kupa maçına ilk on birde başlamıştım. O ana kadar 8 maçta 90 dakika ısınmıştım. Kocaelispor maçında oynamayı da beklemiyordum ama hocamız gece 12‘de odama gelip, "Yarın oynayacaksın" dedi. 8 maçta 90 dakika ısınmış bir oyuncu olarak açıkçası hazır değildim. Kocaelispor maçının ilk yarısını 1-0 geride kapattık. Hoca beni ve Cisse‘yi çıkardı, Yusuf ağabeyle Holosko‘yu oyuna aldı, takım maçı çevirdi. Ben orada bittim zaten. İşin bir başka kötü yanı da şu; o güne kadar müthiş oynayan takım arkadaşlarım o gün çok kötü günlerindeydi. O güne kadar uçan Ekrem abi, o maçta yürüyemiyordu... Ben de onun önünde oynuyorum. Hatta maç içinde, "Ekrem abi, ben gelince mi böyle oldun?" diye sordum (gülüyor). Eskişehirspor‘da ise Bülent Hoca bana, "Topu al git, istediğini yap, serbestsin" diyor. Ben de bu güvenle oynuyorum. 10 pozisyonun ikisinde topu kaybetsem de sekizinde rakibimi geçeceğimi biliyorum. Bu nedenle iki hata yaptığımda bozulmuyorum.
* Bülent Hoca senin hangi özelliklerini beğeniyor?
Bir kere bire birde karşımdaki adam kim olursa olsun geçiyorum. Bir kanat oyuncusu olarak arkamda oynayan arkadaşıma destek veriyorum. Bu sorumluluğu sürekli hissediyorum. Rakip bekin çıkmasını önlemeye çalışıyorum. Tabii bu da beni gol bölgesinden biraz uzak tutuyor. Günümüzde bazı kanat oyuncuları geriye çok fazla gelmeden, sadece öne doğru oynuyor ve bu nedenle daha fazla gol atıyor. Ama ben o şekilde oynayamam, çünkü kendimi iyi hissetmem. Belki daha fazla gol atıp daha fazla asist yapabilirim ama o zaman benim bölgemden çok gol yeriz.
* Bu sezon ilk on birin değişmezi oldun. Beşiktaş‘ta Tello oynuyordu, Eskişehirspor‘da ise o yedekte, sen on birdesin.
Aslında Beşiktaş‘ta da ben oynayacaktım ama olmadı işte (gülüyor).
* Beşiktaş‘ta seni hep sağ kanatta izledik, Eskişehirspor‘da ise sol kanatta görev yapıyorsun ve çok daha verimlisin.
Geçmişte hiç sol kanatta oynamamıştım. Maç içinde zaman zaman sol kanada gittiğim oluyordu ama asıl yerim sağ kanattı. Eskişehirspor‘da sol kanatta çok daha verimli olduğum ortaya çıktı. Sağ ayaklıyım ama sol kanatta topla çok daha rahat hareket ediyorum, daha iyi adam geçiyorum ve içeriye daha başarılı girişler yapabiliyorum. Açıkçası Bülent Hocanın bunu görmesi, futbol hayatımdaki bir dönüm noktasıdır. Daha önce ben sağda onuyordum, Sezer solda... Bülent Hoca, göreve geldiği ilk maç olan Belediyespor karşılaşması öncesinde bana, "Sol kanatta başla, 20 dakika orada oyna, karşındaki Marcin Kus‘u geçersin" dedi. O maçta gerçekten de iyi oynadım ve 90 dakika sol çizgide kaldım. Maçı da kazandık ve ben o günden sonra sol çizgide oynamayı sürdürdüm.
* Yurtdışından gelen oyuncular, Türkiye‘de futbolun sert oynandığından şikayet ediyor. Sen de olduğu yerde çalım atan bir oyuncu olarak tekme yemeye müsaitsin. Ligimizin sertlik dozajı hakkında neler söylersin?
Hammarby‘de oynadığım dönemde Avrupa‘nın farklı liglerinden takımlarına karşı maçlara çıktım ama Süper Lig gibisini görmedim. Burada çok agresif bir futbol oynanıyor. Bazen de çok dengesiz girişler oluyor. Hele bir de tekmeyi rakibinin ağzına sokup, elleriyle "Topa girdim" işareti yapmıyorlar mı, o beni öldürüyor işte (gülüyor). Türkiye‘de futbol inanılmaz sert. Türk milleti zaten yeterince hırslı, yabancıların büyük bölümü de onlara ayak uyduruyor. Bence Türkiye Ligi‘nde oynamak diğer liglerde oynamaktan çok daha zor. Burada oynayan her oyuncu gittiği her ligde oynar diye düşünüyorum. Mesela Mehmet Topal, Galatasaray‘da her maçta oynayan bir oyuncu değildi ama bugün İspanya‘nın üç büyük takımından birinde futbol oynuyor.
* Gurbetçi oyuncuların Türkiye’ye alışmakta bazı zorluklar çektiğini biliyoruz. Sen de bu tip zorluklar yaşadın mı?
Başta söylediğim dil konusundaki sıkıntı dışında hiç bir zorluk çekmedim. Çünkü Türkiye‘deki yaşantı, benim İsveç‘te ailemden gördüğüm yaşantının aynısıydı. İsveç‘te Türklerin bulunduğu bir ortamda, Türk kültürüyle büyüdüm. "Almancı" diye bir tabir vardır, mesela Mesut Özil gibi... Ama ben öyle yetişmedim. Dolayısıyla buraya geldiğimde hiçbir kültür çatışması yaşamadım. Bir de ben bu topraklarda doğdum.
* Bugüne kadar çalıştığın teknik adamlar arasında sana en fazla katkı yapanı hangisiydi?
Beni U15 Millî Takımı için ilk bulan Erdal Keser‘di. Sonrasında beni Mustafa Denizli keşfetti, Rıza Hoca ikinci bir fırsat verdi, Bülent Hoca ise beni Erkan Zengin yaptı.
* Türkiye‘de unutamadığın bir maçın var mı?
Beşiktaş‘ı 2-0 yendiğimiz maç unutulmaz. Bir kere sahada çok rahattım. Toraman‘ı, Fabian‘ı her pozisyonda geçiyordum. Toraman ağabey bana öfkeleniyor, ben de onu kızdırıyordum. Maç içinde konuşuyoruz tabii ki. Yine onları çalımlarla geçtiğim bir pozisyondan sonra Holosko yanıma geldi, çat-pat Türkçesiyle, "Sen nasıl gitti burdan?" dedi. O sözden sonra ben iyice havaya girdim ve daha da iyi oynamaya yöneldim.
* Aslında eski takımına karşı oynarken daha stresli olmaz mı insan?
Bende tam tersi bir duygu hâkimdi, çünkü hep, "Ben nasıl olur da Beşiktaş‘ta oynayamam" diyordum. Yeteneklerime güveniyor ve o takımda oynayabileceğimi biliyordum. Bu nedenle o maçta çok rahat oynadım. Tabii bir de eski arkadaşlarımın zaaflarını bilmek gibi bir avantajım vardı. Mesela Ekrem abiyle 100 pozisyonda karşı karşıya gelelim, hepsinde geçerim. İnanmazsanız telefon açıp kendisine de sorabiliriz (gülüyor).
* Peki, hayatının unutamadığın olayı hangisi?
Oynamadan iki kupa kaldırmak (gülüyor). Evimde iki madalyam var. Birisi kupa, diğeri lig için. Kupanın madalyasını odama koydum, çünkü o maçlarda oynamış ve katkı yapmıştım. Ligin madalyasını ise misafir odasına kaldırdım.
* Önce Türkiye Genç Millî Takımlarında oynarken sonrasında İsveç U21‘in formasını giydin. Bu değişikliğin sebebi neydi?
Buraya geldiğimde 15 yaşındaydım. Türkiye‘ye uçakla ve yalnız başıma geliyordum. Bir de uçak korkum vardı. O yaşlarda ailemden uzakta 2 hafta kamp yapmak da beni zorluyordu. Sonra uzun süre Türkiye‘ye gelmedim. İsveç U21 Takımından teklif alınca da kabul ettim. İsveç‘te A Millî Takım‘a da çağırıldım. Hatta, "Gelmek istemiyor" diye bir de olay yaşandı. Takım o dönemde ABD‘de kamp yapacaktı. Ama ben o kadar mesafeyi uçmayı göze alamadım. Bir de sakatlığım vardı ve bu nedenle gitmedim. İkinci davette ise hafta sonundaki maçta sakatlandığım için kadroya katılamadım. İsveçlilerin beni hâlâ takip ettiğini biliyorum.
* Peki, hem Türkiye‘den hem de İsveç‘ten aynı anda teklif alırsan hangi takımı tercih edersin?
Elbette Türkiye‘yi seçerim, zaten bunu daha önce söyledim. Ama Türk Millî Takımı‘nda oynayabilmem için biraz daha ekstra işler yapmam, goller atmam, Cenk gibi patlamam lâzım.
* Bundan sonrası için hedeflerin neler?
İlk hedefim Millî Takım‘da oynamak. Yaşım artık 25 oldu ve ilk hedefim bu. Bir de Eskişehirspor‘la Avrupa kupalarına katılmak istiyorum. Çünkü Eskişehirspor 1970‘lerden beri Avrupa‘ya hasret kalan bir takım ve sahip olduğu potansiyelle bunu hak ediyor.